Tüm Zamanların En İyi 10 Filmi

Tüm Zamanların En İyi 10 Filmi

Total
0
Paylaşım

Sinema tarihi boyunca sayısız yönetmen, senarist ve oyuncu, izleyicileri büyüleyen, düşündüren ve duygulandıran filmlere imza atmıştır. Bu filmler sadece gişe başarısıyla değil, aynı zamanda sanatsal değerleri, anlatım biçimleri ve zamanın ötesine geçerek yarattıkları etkiyle de öne çıkarlar.

Elbette “en iyi” kavramı son derece özneldir; herkesin sinemadan aldığı haz, filmlere bakış açısı ve beklentileri farklı olabilir. Ancak sinema tarihinde öyle yapıtlar vardır ki; eleştirmenlerden seyircilere, sinema okullarından yönetmenlere kadar geniş bir yelpazede takdir toplamış ve klasikler arasına yerleşmiştir.

Bu yazıda, kültür-sanat çevrelerinde sıklıkla “en iyiler” arasında gösterilen ve geniş kitlelerce de büyük saygı gören 10 filmi ele alacağız. Burada yer vermediğimiz veya listeye dahil etmediğimiz pek çok harika film olduğunu da unutmamak gerekir. Çünkü sinema, bir sanat ve eğlence biçimi olarak, sürekli evriliyor ve her dönemde yeni başyapıtlar ortaya çıkıyor. Buna rağmen, aşağıda sıralanan filmler hem geçmiş nesiller hem de günümüz izleyicileri üzerinde büyük etki yaratmış, zaman testini geçmiş ve yıllar sonra dahi tazeliklerini koruyabilmiş eserlerdir. Gelin bu 10 filme daha yakından göz atalım.

Citizen Kane (1941)

Citizen Kane (1941)

Orson Welles’in yönetmen koltuğuna oturduğu ve aynı zamanda başrolünde yer aldığı Citizen Kane, sinema sanatını kökten değiştirmiş ve pek çok açıdan devrim niteliğinde yeniliklere imza atmıştır. Film, medya patronu Charles Foster Kane’in hayat hikâyesi üzerinden güç, hırs ve insanın iç dünyasındaki boşluk temalarını işleyerek hikâye anlatımının sınırlarını zorlar. Örneğin filmin açılış sekansı olan “Rosebud” sahnesi, sinemada merak unsuru yaratma ve geri dönüş (flashback) tekniğini ustalıkla birleştirir. Dönemi için alışılmadık olan bu kurgu yapısı, daha sonraki birçok filmin kurgusal yapılarına ilham kaynağı olmuştur.

Ayrıca Welles’in tercih ettiği kamera açıları, derin odak kullanımı (deep focus) ve ışık-gölge oyunları, görsel açıdan da sinema dünyasında bir devrim niteliğindeydi. Mekân içinde aynı anda hem ön plan hem de arka planın net bir şekilde görülebildiği sahneler, hikâyedeki tüm karakterlerin duygu durumlarını ve reaksiyonlarını tek planda yansıtmaya imkân vermiştir. Bu anlatım biçimi, seyircinin hikâyeyi daha kapsamlı ve detaylı bir şekilde takip etmesine yardımcı olur. Citizen Kane, yönetmenlik, senaryo, kamera kullanımı, makyaj ve sanat yönetimi gibi alanlarda öyle bir etki bıraktı ki; bugün dahi sinema eleştirmenleri bu filmi “tüm zamanların en iyisi” olarak anmaktan geri durmuyorlar. Eserin hâlâ bu kadar çok konuşulmasının nedeni, insana dair temel duyguları evrensel biçimde işliyor olması ve sinemanın yalnızca eğlence aracı değil, aynı zamanda güçlü bir anlatım sanatı olduğunu mükemmel bir örnekle gözler önüne sermesidir.

The Godfather (1972)

The Godfather (1972)

Francis Ford Coppola’nın Mario Puzo’nun aynı adlı romanından uyarladığı The Godfather, sadece gangster veya mafya filmi olarak anılamayacak kadar derinlikli ve katmanlı bir yapıya sahiptir. Film, Corleone ailesinin Amerika’daki yeraltı dünyasındaki güç mücadelesini ele alırken, aynı zamanda aile içindeki dinamikleri ve sadakat, onur, güç gibi temaları da irdeler. Vito Corleone (Marlon Brando) ve Michael Corleone (Al Pacino) karakterleri sinema tarihinin unutulmaz figürleri arasında yer alır.

The Godfather, estetik açıdan da son derece etkileyicidir. Özellikle karanlık ve gölgeli ışık kullanımları, dönemin atmosferini ve suç dünyasının gizemini yansıtır. Filmin müzikleri, Nino Rota imzasıyla, dinleyiciyi anında Corleone ailesinin evrenine çeker. Coppola’nın anlatımındaki yavaş tempolu ancak sürekli gerilimli atmosfer, izleyiciyi koltuğunda tedirgin bir bekleyişe sürükler. Karakterlerin iç çatışmaları, aile içerisindeki güç dengeleri ve ahlaki ikilemler, her sahnede hissedilir. The Godfather aynı zamanda oyunculuk sanatı açısından da zirveyi temsil eder. Marlon Brando’nun Vito Corleone performansı, hem fiziksel hem de duygusal dönüşümüyle sinema tarihine geçmiş ve Oscar ile taçlandırılmıştır (her ne kadar Brando ödülü reddetmiş olsa da). Filmin başarısı, devam filmlerini de beraberinde getirmiş ve özellikle The Godfather Part II (1974), ilk filmi aratmayan kalitesiyle bu üçlemenin kalıcı bir efsane hâline gelmesini sağlamıştır.

The Shawshank Redemption (1994)

The Shawshank Redemption (1994)

Stephen King’in bir novellasından uyarlanan ve Frank Darabont tarafından yönetilen The Shawshank Redemption, ilk gösteriminde büyük gişe başarısı yakalayamasa da, video ve DVD piyasasında keşfedildikçe değeri anlaşılan ve IMDB başta olmak üzere birçok platformda en üst sıralara yerleşen bir film haline geldi. Hikâye, haksız yere cinayetten hüküm giyen Andy Dufresne (Tim Robbins) ile cezaevinde geçirdiği yıllarda onun en yakın dostu olan Red (Morgan Freeman) üzerinden şekillenir. Film temel olarak umut, dostluk ve özgürlüğe duyulan özlem temalarını inceler.

Film, cezaevi şartlarının acımasızlığını, suç ve adalet sisteminin çelişkilerini gerçekçi bir dille işlerken, aynı zamanda yeri geldiğinde duygusal bir dokunuş yapmaktan geri kalmaz. Andy ve Red arasındaki güçlü bağ, filmin duygu yüklü sahnelerinin merkezinde yer alır. Darabont’un ağır ama etkili yönetimi sayesinde her sahnede karakterlerin iç dünyalarına daha çok yaklaşır, kurumların insan ruhunu yok edemeyeceğini ve umudun her zaman bir yol bulabileceğini hissedersiniz. The Shawshank Redemption, yılmadan mücadele etmenin, kararlılığın ve en umutsuz anlarda bile “büyük kaçışlar” planlamanın ne kadar önemli olduğunu anlatır. Bu yönüyle izleyicilerde derin bir etki bırakmış ve zaman içerisinde kült mertebesine ulaşmıştır.

Casablanca (1942)

Casablanca (1942)

Michael Curtiz’in yönettiği, Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ın başrollerinde yer aldığı Casablanca, İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında geçmesine rağmen, zamansız bir aşk hikâyesi ve fedakârlık öyküsü sunar. Film, her ne kadar savaş ve politika arka planına sahip olsa da, esasen aşk, sadakat ve vatan sevgisi gibi evrensel temalara odaklanır. Casablanca, pek çok unutulmaz repliğe ve sahneye ev sahipliği yapar; “Here’s looking at you, kid” gibi cümleler sinema tarihinin en bilinen sözleri arasına girmiştir.

Rick Blaine (Humphrey Bogart) karakteri, aşka olan inancını yitirmiş, siyasi iklimden uzak kalmaya çalışan sert bir gece kulübü sahibiyken, eski aşkı Ilsa Lund (Ingrid Bergman) tekrar karşısına çıkar. Bu beklenmedik karşılaşma, hem Rick’in siyasi tarafsızlığını hem de duygusal soğukluğunu yerle bir eder. Filmin en dikkat çekici yönlerinden biri, tüm bu romantik hikâyeyi siyasi ve tarihsel bir çerçevede, ancak didaktik olmaktan uzak bir biçimde anlatabilmesidir. Seçimlerin, fedakârlığın ve “daha büyük bir amaç uğruna” kişinin kendi duygularını geriye itmesinin ne kadar zor ve insancıl olduğunu ele alır. Bugün bile Casablanca, aşk temalı filmler arasında özel bir yere sahiptir ve “eski Hollywood” büyüsünü sonuna dek yansıtır.

Pulp Fiction (1994)

Pulp Fiction (1994)

Quentin Tarantino’nun kültleşmiş filmi Pulp Fiction, kurgusal anlatımı, stilize diyalogları ve kara mizahı ile 1990’lar sinemasına damga vuran yapımlardan biridir. Film, farklı karakterlere ait hikâyelerin kesişmesi ve bu kesişmelerin ustaca bir zaman sıçraması kurgusuyla anlatılmasıyla ün kazanmıştır. John Travolta, Samuel L. Jackson, Uma Thurman ve Bruce Willis gibi güçlü oyuncu kadrosu, filmi unutulmaz kılan bir diğer etkendir.

Tarantino, Pulp Fiction ile hem tür sinemasına saygı duruşunda bulunur hem de kendi yaratıcı dokunuşlarıyla yeni bir tarz inşa eder. Şiddeti ve mizahı bir arada kullanırken, pop kültür referanslarına ve karakterlerin uzun diyaloglarına geniş yer ayırır. Zaman sıçramaları ve farklı öykülerin girift hale gelmesi, seyircinin sürekli aktif kalmasını sağlar. Ayrıca film, indie sinema ruhunun ana akıma entegre olabileceğini de göstermiştir. Bağımsız bir yapım görüntüsü taşımasına rağmen, popüler kültürde büyük bir etki yaratmış ve soundtrack’inden ikonlaşmış dans sahnesine kadar pek çok detayıyla 90’ların ve hatta sinema tarihinin unutulmazları arasına adını yazdırmıştır.

12 Angry Men (1957)

12 Angry Men (1957)

Sidney Lumet’in yönetmen koltuğuna oturduğu 12 Angry Men, bir jüri odasında geçen ve diyalog ağırlıklı sahneleriyle gerilimi her saniye yüksek tutmayı başaran çarpıcı bir filmdir. Hikâye, cinayetle suçlanan bir gencin suçlu olup olmadığına karar vermek zorunda olan 12 jüri üyesini merkezine alır. İlk başta çoğunluğun “suçlu” hükmüne varması beklenirken, bir jüri üyesinin (Henry Fonda) şüphesi, diğerlerini de yeniden düşünmeye ve delilleri sorgulamaya iter.

Filmin çekimleri neredeyse tek mekânda geçmesine rağmen, karakter dinamikleri ve diyaloglar sayesinde tempo hiç düşmez. Her bir jüri üyesi, farklı bir toplumsal arketipi temsil eder: Kimi önyargılarıyla hareket eder, kimi kişisel sorunlarını davaya yansıtır, kimi ise adalet sistemine duyduğu güvensizlik veya tam tersi aşırı güven nedeniyle rasyonel düşünmekte zorlanır. Yapım tarihi üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, 12 Angry Men hâlâ adalet, önyargı, toplumsal baskı gibi konularda güncelliğini korumaktadır. Sinema tarihinde minimal mekân kullanımının en başarılı örneklerinden biri olarak gösterilen film, aynı zamanda “kapsamlı bir hikâyenin büyük bütçelere veya geniş mekânlara ihtiyaç duymadan da anlatılabileceği” gerçeğinin altını çizer.

Schindler’s List (1993)

Schindler’s List (1993)

Steven Spielberg’ün yönetmenliğini yaptığı Schindler’s List, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nın Yahudilere karşı uyguladığı soykırımın ortasında, Oskar Schindler adlı bir iş insanının yüzlerce Yahudi’yi kurtarma hikâyesini anlatır. Film, gerçek olaylara dayanması nedeniyle izleyiciyi derinden sarsar ve savaşın karanlık yüzünü çarpıcı görüntülerle gözler önüne serer. Spielberg, genellikle fantastik ve macera odaklı filmleriyle tanınırken, burada bambaşka bir tonda, siyah-beyaz formatıyla gerçekçi ve sert bir dram ortaya koymuştur.

Başroldeki Liam Neeson (Oskar Schindler) ve Ben Kingsley (İtzak Stern) ile Ralph Fiennes (Amon Göth) gibi oyuncular, hikâyenin ağırlığını müthiş bir oyunculuk performansıyla yansıtırlar. Özellikle Amon Göth karakterinin psikopatça acımasızlığı, soykırımın dehşetini somutlaştırır. Filmin siyah-beyaz çekilmesi, dönemin kasvetini ve belgeselvari atmosferini güçlendirir. Ayrıca Spielberg, stratejik bir renk kullanımı yaparak “kırmızı paltolu kız” sahnesiyle seyircinin hafızasına kazınacak bir metafor yaratır. Bu sahne, savaşın ortasında masumiyetin kayboluşunu ve trajediyi simgeler. Schindler’s List, sadece bir savaş draması ya da biyografi filmi olmakla kalmaz; insani değerler, vicdan ve tek bir insanın bile fark yaratabileceğine dair güçlü bir mesaj içerir. Sinema tarihinde çarpıcılığı ve duygusal yoğunluğuyla uzun yıllar boyunca konuşulmaya devam etmiştir.

The Dark Knight (2008)

The Dark Knight (2008)

Christopher Nolan imzalı The Dark Knight, süper kahraman filmlerine bakışı kökten değiştiren ve çizgi roman uyarlamalarının da sanatsal ve felsefi derinliğe sahip olabileceğini kanıtlayan bir eserdir. Nolan, Batman efsanesinin temellerini alıp karanlık ve gerçekçi bir yaklaşımla harmanlarken, özellikle de Heath Ledger’ın Joker performansıyla tüm dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştır. Ledger’ın ani ölümünden sonra kendisine verilen Oscar, aynı zamanda oyuncunun kariyerindeki en yüksek noktayı da simgeler.

Film, Gotham şehrinin suç ve yolsuzluk dolu atmosferini, ahlaki ikilemleri, kaos ve düzen arasındaki dengeyi sorgulatır. Batman (Christian Bale), Joker’in kente yaydığı kaosun karşısında kalırken, kendi iç çatışmalarını da yaşar. “Kahraman”ın sınırlarının nereye kadar uzanabileceği, iyi niyetin karanlıkla nasıl iç içe geçebileceği ve adalet kavramının esnekliği sorgulanır. Filmdeki aksiyon sahneleri, gerçekçi patlamalar ve stüdyo efektlerinin zekice kullanımıyla birleşirken, Hans Zimmer’ın müzikleri tansiyonu sürekli yüksek tutar. The Dark Knight, süper kahraman filmlerinin ötesine geçerek, suç, ahlak ve psikoloji gibi konuları derinlemesine ele alan, sinematografik açıdan da son derece başarılı bir yapım olarak hafızalara kazınmıştır.

Psycho (1960)

Psycho (1960)

Alfred Hitchcock’un gerilim ve korku sinemasındaki mihenk taşı olan Psycho, sadece ünlü “duş sahnesi” ile değil, izleyicinin beklentilerini altüst eden anlatımıyla da sinema tarihine geçmiştir. Başlarda Marion Crane (Janet Leigh) üzerinden gelişen hikâye, kısa sürede beklenmedik bir şekilde değişir ve odak, Bates Motel’in gizemli sahibi Norman Bates (Anthony Perkins) karakterine kayar. Bu ters köşe kurgusu, dönemin izleyicilerini büyük bir şoka uğratmış, benzer bir anlatım tekniğini yaygınlaştırmıştır.

Psycho, düşük bütçeyle çekilmesine rağmen, gerilimi sürekli taze tutan müzikleri (özellikle Bernard Herrmann’ın yaylı çalgılarla yarattığı ürpertici tınıları) ve Hitchcock’un ustalıkla kullandığı kamera açıları sayesinde unutulmazlar arasına girmiştir. Norman Bates karakteri, sinema tarihinin en ikonik “psikopat” figürlerinden biri haline gelmiş, Bates Motel ve meşhur evin silueti popüler kültürde defalarca kez atıfta bulunulan bir sembol olmuştur. Psycho aynı zamanda modern slasher türünün ilk tohumlarını ekmesi bakımından önemlidir. Karakterlerin iç dünyalarına dair ipuçlarının yavaş yavaş verilmesi, gerilim ve korku unsurlarının zekice dozajlanması, bugün hâlâ birçok yönetmen tarafından örnek alınmaktadır.

Parasite (2019)

Parasite (2019)

Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho’nun imzasını taşıyan Parasite, 2019 yılında büyük bir sürpriz yaparak Altın Palmiye’yi kazandı ve devamında Oscar’da “En İyi Film” dâhil olmak üzere birçok dalda ödül alarak tarihe geçti. Bu başarı, İngilizce olmayan bir filmin Amerikan Sinema Akademisi tarafından “En İyi Film” ödülüne layık görülmesi açısından bir ilkti. Film, sınıf farklılıklarını kara mizah, gerilim ve dram öğelerini harmanlayarak anlatırken, izleyiciyi sürekli tahmin edilemez bir atmosferde tutar.

Kim ailesi, zengin Park ailesinin evine çeşitli hilelerle birer birer sızmaya başlar. Başta sıradan bir dolandırıcılık hikâyesi gibi görünürken, film ilerledikçe toplumsal eşitsizliklerin, hiyerarşinin ve bireysel ahlaki çöküşün karmaşık bir portresi ortaya çıkar. Bong Joon-ho, türler arasında ustalıkla gezinen bir yönetmen olduğunu bu filmde bir kez daha kanıtlar: Yer yer komedi unsurları, yer yer sert toplumsal eleştiriler, bir anda gerilimli bir atmosfere evrilen sahneler… Tüm bunlar, filmin sürükleyiciliğini artırdığı gibi, vermek istediği mesajı da keskinleştirir. Parasite, küresel çapta büyük yankı uyandıran ve Güney Kore sinemasının dünya sahnesinde geldiği noktayı tüm görkemiyle gözler önüne seren bir başyapıt olarak kabul edilmektedir.

Yukarıda sıralanan 10 film, “tüm zamanların en iyileri” şeklindeki listelerde sıkça karşımıza çıkan ve farklı kuşaklardan izleyicileri derinden etkilemeyi başarmış yapımlardır. Kimi, Hollywood’un altın çağından çıkıp bugün dahi geçerliliğini koruyan sinematik tekniklerle sanat dünyasını etkilemiştir; kimi, bağımsız ruhu ana akımla birleştirerek yeni bir dönemin kapılarını aralamıştır. Bazıları politik ve toplumsal gerçekleri tüm çarpıcılığıyla yansıtırken, bazıları aşk, fedakârlık ve aile gibi evrensel temaların daha önce hiç olmadığı kadar derin şekilde ele alınabileceğini göstermiştir.

Sinema, kendini yenileyen ve gelişen bir sanattır. Her yıl yeni filmler piyasaya çıkarken, eskilerin de değeri farklı yorumlarla yeniden keşfedilir. Bu listede yer alan yapımlar, ister klasik Hollywood döneminden olsun, ister çağdaş yönetmenlerin imzasını taşısın, temel insani duygulara dokunmayı başardıkları için zamana meydan okurlar. Anlatılarıyla bizi farklı evrenlere sürükler, görsel ve işitsel açıdan hayran bırakır, karakterleriyle empati yapmamıza olanak tanırlar. “En iyi” tanımı her izleyiciye göre değişebilse de, bu filmlerin sinema tarihinde bıraktıkları iz tartışılmazdır.

Elbette listeyi daha da uzatmak mümkündür: Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey’inden tutun da Akira Kurosawa’nın Seven Samuraiına kadar uzanan daha pek çok başyapıt, farklı listelerde kendine yer bulur. Bazı izleyiciler bilim kurgu, bazıları romantik dram, bazıları ise gerilim türüne öncelik verebilir. Ancak yukarıda bahsettiğimiz filmler, tür ya da dönem fark etmeksizin, sinemaya ilgi duyan herkesin bir noktada mutlaka karşılaştığı ve “klasik” statüsüne yükselmiş yapımlardır. Her biri, sadece kendi döneminde değil, gelecekteki film yapım tekniklerini, hikâye anlatım yöntemlerini ve oyunculuk stillerini de etkilemeye devam etmektedir. Sinema, kolektif bir sanat dalı olduğu için, büyük yönetmenler de kendilerinden önceki ustaların mirasından beslenir ve böylece sinema kültürü katlanarak zenginleşir.

Kısacası, sinema tarihinin “en iyi” olarak görülen filmlerinin neredeyse tamamı, insanın evrensel duygularına, toplumsal meselelere ve yenilikçi tekniklere cesurca yaklaşmasıyla günümüze kadar kalıcı olmuşlardır. Bu yapıtlar, hem keyifli bir seyir zevki hem de düşündürücü bir deneyim sunar. Dolayısıyla, eğer bu filmleri henüz izlemediyseniz, her birine zaman ayırmak, hem sinema sanatının zirvelerini keşfetmenize hem de kültürel zenginliğinize katkı sağlar. Bu 10 film, “tüm zamanların en iyileri” listesinde yer almayı fazlasıyla hak eden, her izleyişte yeni detaylar yakalayabileceğiniz, sinema tarihine damgasını vuran eşsiz eserlerdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir